Konforun Sessizliği
- İşçi Ve Sendika
- 31 Eki
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 1 Kas
Konforun Sessizliği
Toplum olarak gerçekten düşünmüyor muyuz?
Yoksa düşünüyoruz da, artık düşündüklerimizi söyleyemiyor yada söylemiyor muyuz?
Belki de sorun düşünmemekte değil, düşüncelerimizi saklamayı alışkanlık hâline getirmemizde. Yani düşündüğümüzü söyleyememekte.
Bugün düşüncelerimizi en azında özgürce söyleyebileceğimiz sendikalarda, siyasi partilerde, köy derneklerinde, meslek odalarında, federasyon, konfederasyon, temsilciliklerde dahi aynı sessizlik hâkim.
Herkesin içinde bir şeyler kaynıyor gibi ama kimse ses çıkarmıyor.
Çünkü düşünceler dile gelirse konforumuz bozulur; sorgulamak, alıştığımız düzeni rahatsız eder.

Konfor, yalnızca fiziksel bir rahatlık değildir.
Kimi için bulunduğu ya da getirildiği bir görevdir, kimi için edindiği bir makam, mevki ya da edinilen zenginliktir.
Ama bazen yoksullukta da bir tür konfor vardır daha fazla yoksullaşmamak, elindekini kaybetmemek korkusu.
İnsan, zaten zor koşullarda yaşarken, mevcut düzeni sorgulamayı lüks görür.
Bir işini, bir maaşını, bir düzenini kaybetmemek için susar.
Ve böylece yoksulluk, yalnızca ekonomik değil, düşünsel bir yoksulluğa da dönüşür.
Bazen yanlışı görürüz ama görmezden geliriz; çünkü görmek cesaret ister.
Görmek konuşmayı, konuşmak ise bedel ödemeyi gerektirir.
Konforumuz için kimi zaman bir koltuk, kimi zaman bir maaş, kimi zaman da kırılgan bir geçim düzeni, ve bazen grup içerisinde edindiğimiz ama maddi olmayan konumumuz bozulmasın diye susarız.
Ve bu suskunluğu besleyen bir şey daha vardır: mahalle baskısı.
Toplumsal konforumuzun görünmez duvarıdır o. “Ne derler?”, “Aman dikkat çekme”, “Sen mi düzelteceksin dünyayı?” cümleleriyle başlar.
İnsan, kendi çevresinin sessizliğiyle kuşatılır.
Zamanla o sessizlik içselleşir; kişi artık düşüncelerini bile kendine fısıldar hâle gelir.
Düşünmemek değil, düşündüğünü söyleyememek toplumsal bir korkuya dönüşür.
Bazen sessiz kalarak çok şey söylüyormuş gibi yapan büyük adam pozunda gezenler vardır. Oysa daha ilk cümlesinde dışarı çıkardığı ses ile kafasından geçenin farklı olduğu anlaşılır.
İnsanlar artık sadece söylememeyi değil, içinde olduğu gruptan, ortamdan dışlanmamak için tam tersini söylemeyi öğreniyor.
Kendi düşüncesini değil, grubun duymak istediğini dile getiriyor.
Çünkü dışlanmak, ekonomik yoksulluktan bile daha korkutucu bir yoksulluk hâline geliyor: yalnız kalma korkusu.
Oysa bir zamanlar bu yapılar halkın iradesinin, ortak aklın, dayanışmanın merkezleriydi.
Sendikalar işçinin sesi, partiler kısmen halkın örgütlü gücü, dernekler köyün ve mahallenin vicdanıydı.
Bugünse birçoğu, düşüncenin değil, biatın üretildiği alanlara dönüştü.
Toplantılar artık tartışma değil, onaylama yerleri.
Eleştiri “fitne”, sorgulama “bölücülük” sayılıyor.
Çünkü düşünen ve bunu söyleyen insan, hem düzeni hem de o mahalle baskısını tehdit eder.
Toplumun ilerlemesi, konfor alanından çıkan insanların cesaretiyle mümkündür.
Düşünmek; alışılmışı, ezberi, kabullenilmiş doğruları sarsmak demektir.
Bu yüzden rahatsız edicidir ama aynı zamanda özgürleştiricidir.
Düşündüğünü söyleyemeyen toplum, başkalarının düşündüğü bir kalabalığa dönüşür.
Bizim yerimize konuşanlar, karar verenler, düşünenler olur.
Geriye sadece onaylayan, konforuna ve çevresinin onayına sığınmış bir yığın kalır.
Bir toplumun en büyük yoksulluğu, düşünce yoksulluğu değil, düşüncesini dile getirememe korkusudur. Ki o korku düşünmeyi engeller. Yada söylemeyeceğim düşünceyi düşünmeye ne gerek var der, düşünmeyi bırakır.
Bu korku açlıktan, işsizlikten daha tehlikelidir; çünkü insanı sessizleştirir, kabullenmeye alıştırır.
Düşünmeyi değil, söylemeyi bıraktığımız yerde doğruyla yanlışı ayırma yeteneğimizi de kaybederiz.
Ve belki de her şey şu cümlede gizli:
“Düşünürsek, konforumuz bozulur.”
Ama belki de tam o rahatsızlıkta, yeniden insan oluruz.
Miroğlu



Yorumlar